Gardırobun üstünde sarı küçük bir bavulum var. Blues dinlerken aklıma anında esiyor, ahşap sandalyenin üstündekileri yere atıp üstüne çıkıyorum. Boyum yetmiyor, kahretsin! Yağmurlu balkona çıkıp metal merdiveni ite kaka odaya gelmeye zorluyorum. İşte budur! Sarı bavul yerde. Milyar toz havada. Bu bir gece büyüsü olmalı. Bir çırpıda bum bum bum, iki jean, iki gömlek, iki kazak ve kovboy botlarım, işte sana tatlı hayat ve gece mevki tozlu büyüler. Hayat tastamam ayağımın ucunda; gaz pedalını hep sevmişimdir… Bu şehirden uçmak için milyon iki adet geçerli ve geçersiz sebebim var. Hepsi felaket içten ve inandırıcı.Tehlikeli hayat gibi… Sev beni hayat, severim seni… İşte yağmur,işte kaygan tehlikeli yollar… Kim demiş gece tehlikenin büyücüsü diye! 107 km kuzeye gittikten sonra, içimdeki obsesif ses kızım manyak mısın bu gittiğin yön cennet değil deyip keskin bir virajda mümkünsüz bir u dönüşü yaptırıp güney olsa daha iyi olur inancımı perçinliyor. Cebimden kanyağımı çıkarıp yudumluyorum, ah hayat hep benden yana olsan işte böyle kuzu kuzu, sevmez miyim seni bütün kalbimle ve bütün aklımla. Hayatta kalan aklımla demek istedim, rutin bir hayatı ve kendimi idare edecek kadar… Çikolatalı puromu içmezsem hayalim düşer, keyfim yerinde, sonuçta güneye yol alıyorum, halkalar yapıp otomobilimin içine sis dağıtıyorum büyünün kuvvetini ve dozunu artırmak için… Dikiz aynasından puro dumanı içinde bıraktığım yağmurlu gece ve kasabaya bakıp, “Sevgili hayat, bu gece sende bana ait bir şeyler var!” diye delice bağırıyorum. Kamyonlar geçiyorum, tırlar geçiyorum, virajlar geçiyorum, tehlikeler geçiyorum, hayatı geçiyorum. Sağlı, sollu ışıklı köyler, hiç geçmediğim şehirler, hiç görmediğim yüzler, hiç uğramadığım yol lokantaları, hiç yaşamadığım hayatlar… Aklıma sen geliyorsun, eski sevgilim. İflas etmiş bir aileye ait iki büyük kristal avize, gül kurusu pembe kadife koltuklar, duvarda asılı çocukluğun, travma geçirmiş bir misafir odası, mataramı cebimden çıkarıp yudumluyorum, kaloriferi kapatıp camı açıyorum, yağmur sol koluma aralıklı düşüyor, seni yağmurlu bir gecede hayatıma almıştım, bu kokuyu seviyorum, gecenin kaçak kokusunu, seni uzun hayatlar kadar sevmiş olduğum gibi, şimdi hangi misafir odasında hangi hayatın içinde olmuş olsan bile, içimde sana ait eski bir aşk büyüsü var, Yugoslavca bir şeyler mırıldanıyor, sağa sola gidiyorum viraja yakın, tehlikeli yollardayım, tuhaf bir şarkıya, eski çok eski bir tangoya, nefesim kulağına yakın, ağır çekim uzun bir aşk hikayesindeyiz, karşı pencereyi de açtım, yollar, ışıklar, bak işte yine bilmediğim kasabalardan geçiyorum, onca tango, onca gece kokusu, onca tehlikeli yollar… Hayata palavra manevralar yapıp, bütün yavaş giden arabaları solluyorum, soluğun omzumda, hayatı şaşkına çevirme telaşıyla uzağa, daha uzağa hem nedenli hem de oldukça nedensiz yol alıyorum…Ne kuzeyler, ne güneyler, bir türlü gerçek yönümü bulamayışımı o travmatik misafir odasındaki resmine bağlamak için türlü nedenler arıyorum, iflaslar bütün geçtikleri hayatları çok ama çok uzun yıllar lanetli bırakıyor, hiç iyileşememiş hayatlar, benim kokum senin kokundu, tangoyduk, geceydik, kaybedenlerdik, uzun gecelerin iki aşığıydık… Derin derin içimi çekiyorum, tehlikeli hayatlardık… Kepenkleri inmiş araba tamircilerini, sıcak kahve tabelalarını, trafik ışıklarını, şehir sınırlarını, seni ve tangoyu geçiyorum… Kimse yok. Az nüfuslu bir gece kasabası… “Şehir Oteli” yazan ışıklı levhanın önüne arabamı park ediyorum. Geceyi bilmediğim bu şehirde geçireceğim. Hayat. Tehlikeli hayat. Bazen bir tangonun içinde iki dansçıdan birini o dansa tutsak bırakıyor. “Tek kişilik bir oda, lütfen.”