Yabancı bir evdeyim, nasıl geldiğimi hiç bilmiyorum. Kim olduğumu hatırlamıyorum. Eşyalara dokunuyorum, tanıdık bir şeyler, sanki daha önce bu nesnelere tutunmuştum. Aitlik duygusunun yitikliği. Eski bir kiracı gibi dolaşıyorum odalarda, herhangi bir köşesinden kendimi yakalayabilmek, unuttuğum yaşamımı geriye çağırabilmek ümidiyle. Yaşadığımız üzücü anıların geçmişte kalarak, belleğimizin geriye atmasını özleriz, nedenini bilemediğimiz iç sıkıntılı zamanlarda yanımıza tekrar tekrar gelişlerini önleyebilmek için. Oysa şu an kimliksizliğim beni rahatsız, huzursuz ediyor. Duvarlara asılmış bir aile fotoğrafı olmalı, ama yok işte. Kimsem yokmuş demek. Ölmüş bir aile mi? Sonsuzluk mu? Teklik mi? Çekmeceleri açıyorum, bir sürü kağıt, okunması imkansız, hepsinin üstünü karalamış, karalamışım, camdan yapılmış iki geyik, bitmiş bir Paloma Picasso parfüm şişesi, uyku hapları, bir yılbaşı kartı, tarih yok, “Seni sevdiğime gerçekten inanıyor musun? Şehirden ayrılma, yoldayım!”, bu bir sevgiliden gelmiş olmalı, isim de yok, başkasının yaşamı için üzülebileceğim kadar bir hüzün duyuyorum, bir gümüş kolye, içinde iki resim var, biri benim resmim, diğeri hiç bilmediğim bir adam, belki yakında biri gelir eve ve beni anlatır, kim olduğumu dinlerim.
“Seni uyandırmaya kıyamadım, burnundan öptüm. Mantonun bende kalmasına aldırmazsın sanırım.”
İsmim Selinmiş.