Hayal Gardıroplu Adam

H

Serseri, hokkabaz ya da hayalperest, alaylık küçük ve önemsiz işler yaparak hayatını kazanan, şehirden şehre  dolaşıp hayale düşkün olmakla suçlanan ve böylelikle iskambil kağıtları gibi devrilen insanlardandım. Fiskos giden ilişkilerle, fesat kumkumaları, hazırlopçular, şakşakçılar ya da hacıyatmazlarla uzaktan yakından ilgisizdim. Zamanımızın harikalarına uymuyordum. Gücenik, içi dar, iki şehirden avare yaşıyordum. Şehir, havasızlığı ve darlığıyla ben ve benzerlerimi kuşatmıştı: Istampacı, midyeci, cübbeci, çağırıcı, seyyar berber, evrak memuru ya da lekecileri… Salgın umutsuzluğun pençesine düşenler, meydanı geçen yüreği dar adamlar, figan edenler, pek çok kişi yürüyor, konuşuyor, uzaklara bakıyor. Bu halleriyle hepsi değişik şekilde hareket halindeydiler. Hareket ediyor gibi görünen bu insanlar aslında uzun zamandır devinimsiz, canlılıktan yoksun hatta solukları bile yitikti. Ne cisimler, ne taşıtlar, ne de insanlar kımıldıyordu. Dünya o kadar sıkışıktı ki, küçük bir hareketi gerçekleştirmek bile inandığın birçok şeyi  gözden çıkarmak anlamına geliyordu. Renk yok, her şey geberik. Yürümek dahil, yüzme, koşma, uçma, sürünme, tırmanma yeteneklerini de yitirmiştik. Sevemiyorduk, sarılamıyorduk, başkası için sevinemiyorduk, merhabalaşamıyorduk. Harıl harıl iş yapanlar, var gücüyle yaşayanlar, güçlü ve gürültülü kol gezenler bizim hiç anlayamadığımız, uzaktan seyrettiğimiz varlıklardı. Biz, sakin hayatçılar, hırsız adım ilerlerken, diğerleri çoktan köşeyi dönmüştü. İç üzgünlüğüyle iyicil ve hayalci yaşarken sahici insanlar iğne deliğinden Hindistan’ı seyrediyor ve zaferi hak ediyorlardı. Çok zayıf ve solgun kişilerin dolaştığı hayat içinde gezinirken ancak boş hayaller peşinde koşuştururken içimin kanatlanabildiğini biliyordum. Kayıp adam olmak ve iki elim şakaklarımda tecrit edilmek beni sarsıyor hatta incitiyordu. Başkalarının karşısındaki varlığımın hiçten olduğunu da biliyordum. Her şeye rağmen kendimden çıkıp, firavunlaşıp, insanı küçülten küçük çıkarlar peşinde koşarak aralarına karışmak istiyorum. Yalnız kalmamak istiyorum. Gökyüzü, sular, yapraklar bile değişkendi. Işık, iklim ve mevsimler de. Gerçek şu ki; insanlar da başkalaşım geçiriyor,  ama ben tüm aralarına karışma isteğime rağmen devinimsizim. Durağan ve gücenik. Havada ve yerde dolaşamadığım, su yüzeyinde de yürüyemediğim gibi ıssız ve karanlık yerlerde de tek başınalık beni korkutuyor. Aslında dış dünyaya yönelik çabalarım da yok değil. Bazen kendimden öyle usanıyorum ki birilerinin sırtını utanarak sıvazlayıp aralarına karışıveriyorum. Kendimi bir tür, yeni bir türe karışırken bulup artık yalnız kalmayacağım yönünde telkin ediyorum. Normal insanlar alemine karışmanın getirdiği kolaylık ve başarılarla tatmin oluyor hatta maddi zenginlik düşleri kuruyordum. Her seferinde soluğum tükenmeden kendime geri dönüyorum. Başarısızım. Bu ikili şekil içinde fırdöndü yaşıyor, huzursuzca zamanı tüketiyordum. Ya bir masalın içine sıkışıyor görünmez oluyordum ya da gerçek hayatın içinde yaz ortası beyaz mantolu adam oluyordum. Dünyayı açıklamak imkansızdı. Zaten buna niyetim ve halim de yoktu. Bütün istediğim, bir yere tümüyle ait olmak ve içine düştüğüm bu mekansızlık kabusundan tamamıyla sıyrılmaktı. Kesinlikle ilmiksiz bir düğümün içinde olduğumu bilmek her şeyi daha da zor kılıyordu. Gittikçe daha seyrek gülümsüyor, konuşuyor, daha seyrek yer değiştiriyordum. İki şehre de ait olmayan hayalci yalnız adamdım. Hiçbir harikuladelik göremediğim bu normal hayatta sahici insanların nasıl mutlu olabildiğini anlamak bana neredeyse imkansız geliyordu. Uzayan günler ve geceler boyu işin içinden nasıl çıkacağımı düşündüm. Zapt edilmesi zor düşlerim, hayallerim, tutkularım, ve gerçek saat işlevli hayat. Gerçek adamlar hayallerle yaşamaz. Gerçek adam mı olmalıydım  yoksa kendim mi olmalıydım? Hayalci yalnız adam? Dış dünya bütün gaddarlığıyla önüme dikiliveriyordu: Koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum … Gerçek adamlar papatya tarlalarında koşmaz ama ben koşuyorum işte. Tuhaflığım da bu zaten. Viyola, lavta ve santur gibi telli çalgılar eşliğinde, öğlen sıcak avlularda masallar anlatıp düşler kurulan bir dünya gerçek olamazdı. Beyaz bulutların içinde salınan melekler, pembe peri evleri, gökyüzünden aşağı sarkıtılmış kristal düşlü küreler, ışık oyunları, hepsi uydurmacaydı. Gerçek adam gerçekle yaşar. Çare yok, ahşap evlerim, renkli küçük dükkanlarım, toz şehirlerim, kumsal hayallerim, hepsi beyaz mantonun ceplerinde kalacak. Hayal Gardırobu’mda. Başka yerlerde dolaşacağımı biliyorum, ama artık sokaklar bana, ben sokaklara benziyorum.