“Sizin gibi tutkulu değilim sanırım, bütün bu saydığınız şeyler aklımdan hiç geçmedi bile.”
Tam cevap verecekken duraksadım, sarsmaya karar verdim. Ayağa kalkıp falez korkuluklarına doğru yürüdüm. Günlük bir konuşma içinde uzun sayılabilecek kadar sessiz kaldım.
“Saydığım şeyler aslında zaten gerçek hayatta olmayanlar, bir sise tutkulu yaşamak ne kadar anlamlı olabilir ki zaten…” Banka geri dönüp oturdum, daha kısık sesle konuşmaya devam ettim: “Bir çeşit tuhaf zaman avcısıyım.”
“Bu bir meslek mi?” diye sorduğunda şaşırarak daha önce duymamış olduğuna inanamadığımı söyledim. Kırgınlığımı belli ederek yaşadığım saatlerin garipliğini düşünürsek her şeye değdiğini söyleyip, onun bunu bilmiyor olmasının ‘tuhaf zaman avcısı’ oluşumun değerini kesinlikle azaltmayacağını vurgulamak istedim. Bana inanmadığını, deli olduğumu düşündüğünü hissedebiliyordum. Bunun da ciddi bir önemi yoktu, çünkü ben ne yaptığımı gayet iyi biliyordum. Konuyu artık ona getirmeliydim, büyütecin altında o olsun istedim, zamanını nasıl geçirdiğini, hayatta neler beklediğini sordum.
“Sizin gibi bankta oturup denizi seyrederim ben de.” dedi, “Beklerken de neyi beklediğimi düşünürüm” diye ekledi. Bu söylediği iki cümle bizim ortak noktamız mıydı? Kendi paketinden iki sigara çıkarıp birini bana uzattı, benim dumanım onun etrafında, onun dumanı benim yüzümde uçuşuyordu. Bir bankta iki yabancı kendi âleminde zamanın etrafında tur atıyorduk. Daha hiç konuşmamışken sanki randevulaşmışız gibi saatine bakıp yanıma oturmuştu. Rastgele mi aynı banka oturmuştu? Benim için değişen bir şey yoktu; tuhaf zaman avcısıydım. İlginç bir şey yok, neredeyse kalkıp gidecektim. “Bu bizim bankımız olsun bundan sonra…” dedi, sıkıcı fikri başımı sallayarak onayladım, rastgele sohbetler yapacağımız saatlerimiz vardı.
Bu yavaş tempo şehrin sessiz yakasında başkalarının sorgulayamayacağı tuhaf bir zaman dilimiydi.