Zamanın başlangıcı yok. Sonu da yok. Karanlığın bastırdığı bir anda, Eski Yol’a doğru yürürken fener ışığını görebiliyorum. Fenerciyi hiç tanımadığım ve uyanık olduğunu da tahmin ettiğim için gidip kendimi anlatmak geliyor içimden. Bir ağaçtan diğerine gerilmiş ipte dört kişilik bir ailenin çamaşırları…Yaşam bu kadar basit: Kirli ve temiz giysilerden oluşan yuvarlak bir dünya. Çamaşır tozlarıyla hayatlarımızın arasında derin bir ilişki var; kirlileri temizleyip ortaya bundan da yaşamaya değer bir umuda dönüştürüp ayakta kalmayı sürdürebilmek. Bütün bu basit döngü, basit hayatımı anlatma isteğini bir çırpıda yok etti.
Feneri geçip yürümeye devam ediyorum. Sağ tarafımda bitmemiş onlarca inşaat var; hepsi gökdelen. İçimdeki sıkıntıyla gökyüzüne uzanan yeni hayat ve bit kadar sıkıntıların sonsuz uzun yollara dönüştüğü depresyonlu yolcular…Önüme çıkan uzaylılar ve soyulma, kaçırılma, öldürülme olasılıklarım. Septik davrandığım düşünülebilinir ama hayat bu, her şey olabilir. Islık sesleri gelmeye başladı bile. Hiç bilmediğim uzayda popüler olan bir melodinin eşliğinde hızlanıyorum. Elimi çantaya atıp göz yaşartıcı spreyimi kontrol ediyorum, otuz santim, evet otuz santim yaklaşmalıyım tacizciye. Uzayla karşılaştırdığımızda onlar için çok ilkel bir savunma olacağından bunun için hazırlıklı olduklarını sanmam, bir anda neye uğradıklarını şaşırıp kocaman gözlerini tuttuklarında kaçıyor olurum. Bir de çakım olmalı. Uzaylılar onu da bilmezler. Çöp tenekesinin yakınlarında ya da falezlerden aşağı yuvarlanmış dipsiz denizin içinde ceset olmak fikri hoşuma gitmiyor. Üstelik uzaylıların parmak izi bulunamayacağından sonsuz faili meçhul bir cinayetin ah yazık kurbanı olmak da hoşuma gitmiyor. Hayatın içinde ısmarlamadığım çoğu şey zaten hoşuma gitmeyenler kısmında. Soğuk bir gece. Ana caddeye geçip önümden geçen ilk taksiyi durduruyorum. Dikiz aynasından bana baktığında patlak büyük gözlerini görüyorum, bu bir uzaylı diye çığlık atamadan bayılmışım. Uyandığımda demir kapılı bir evin önündeyim. Uzaylı bana bit kadar değer vermemiş, öyle olduğu gibi beni bırakmış herhangi bir evin önüne. Ne şimdi bu? Sevinç mi? Üzüntü mü?
Yerden kalkıp topuklu ayakkabılarımı sağ elime alıp yürümeye başlıyorum yeniden. Dünyayı kuşatan çok tuhaflık var, kendime ait bir tuhaflık yok, hayatın döngüsü bu, dünyaya ait öyküler, efsaneler, değerli el yazmaları, kutlamalar, şölenler, kaşifler, hayal şehirlerle hayaletler ve uzaylılar…
“4 Ağustos 2057 günü güneşin doğmasına çeyrek kala uzaylılar Mantus adlı gemileriyle dünyaya geldiler.”
Uzun saatler, soğuk gecelerde nerede hata yaptığımı düşündüm. Yağışlar Akdeniz kıyılarında şiddetli yağmur şeklinde, ayaklarım ıslak, çamur içinde…
Arkası bana dönük siyah paltolu, şemsiyesiz bir uzaylının peşine takıldım. Gecenin içinde Yer’i, Ay’ı ve Güneş’i aklıma getirip boyutlarıyla varlığımı oranladım: Bit kadar ve mutsuzdum.Tam tamına doğru olan bir şey yok, deli saçması bir ıslığın peşinden gidiyorum.