Hikayenin geçtiği ev, hafakanların bastığı mekandı. Mart soğunu yaşarken evin bahçesine kırnavlar yerleşmişti. Tutkuların da, ateşli aşkların da tarihe karıştığı bu evin dışında kedilerin seviştiği bir dönemin içindeyim. Fütursuz hayatlarına özeniyor, panjurları yarı kaldırılmış penceremden uzanıp üşüyerek, siyah korku kedilerini, beyaz ev miyavlarını ve sarmanları seyredip kendimi unutuyorum. En çok iki katlı müstakil evlerin, villaların oluşturduğu kentten uzak sakin bir semtti burası. Üzerinde “Ağva” yazılı, sarı boyalı tek katlı en şirin evde Doktor Rüştü Mutlu yaşıyordu. Dantel oymalı bej perdeleri ve bahçesinde baharda açan sarı papatyalarıyla ev çoğumuzun hayaliydi. Mektup kutusu kapının üzerinde olan tek yerdi. Bazı zamanlar, bu eve yani Ağva’ya gizli mektuplar göndermeyi düşünmedim değil. Bu mektuplar; genel olarak, evin hayal ettiğim iç mimarisi, koltukları, döşemeleri, abajurları, hatta mutfaktaki fincan takımlarıyla merakım ve özlemimi bütünleştiren “Sevgili Ağva,” diye hitap ettiğim uyduruklarımı içerecekti. Doktor Rüştü Mutlu’ya da teşhisi koymak düşecekti pek tabii ki. Yine denizi gören Çakar Villa’da da beni çeken şeyler vardı: Her şeyden önce, bu ikiz villanın tam ortasına sanki yüzyıl önce yerleştirilmiş ahşabın üzerinde beyaz yazılı levha sizi içeri davet ediyor. Sol taraf tamamen sessiz, kalın perdeler çekilmiş, balkonlar bomboş, ya ev sahibi ölü ya da sayfiye yeri. Sağ kısımda oturanların epey pasaklı ve artıkçı oldukları kanısındayım; balkonlardan sarkan turuncu, ters çevrilmiş sandalyeler, eski antenler, içki şişeleri, bir dolu çöp… Olsun, bu evi de seviyorum, umursamazlığı ve hoşnut olmayı çağrıştırıyor. Burada da Ömer Esmer ve eşi Perran Esmer oturuyordu. Gelelim Süzen Villa’ya; pembe, 70’li yıllara ait iki katlı hüzünlü bir mekan. Kirli tüller geniş pencereleri açık bırakacak şekilde yanlara çekilmiş, evin içi sanki kül rengi, içeride kimsenin yaşamadığını düşünüyorum ama gelip geçerken sıkça gördüğüm bej Chevrolet beni yalanlıyor. “A. Avak Turap” yazıyor kapı zillerinde. Merdivenlerden çıktım, ancak cesaretim kapıyı çalamayacak kadar zayıf. Üstelik diyecek hiçbir şeyim yok. Evet bu evi çok seviyorum ama konuk olmak için bu yeterli değil. Beyaz Ev 261’de, yeşil panjurlu evlerde yada gül bahçeli hanelerde Oya Hidayetoğlu, Atilla Tansal, Ökkeş Pekmezci, Zerrin Serin veya Asuman Güney yaşıyordu. Bunların hepsi söylentiden öte değildi. Hiçbirimiz birbirimizi görmemiştik, akşam oturmaları yoktu, sabah kahveleri veya bahçe sefaları…Hepimiz ama hepimiz kapalı komşulardık. Gevezeleri, hımhımları, patavatsızları, hatta dedikoducuları bile özledim desem yeridir. Öyle tek kaldım ki…Kenara çekilmiş tek ayak üstünde cezaya kalmış, harrangürra giden bir yaşamı seyretmeye zorlanıyorum ve bu köşede yorulduğumu umursayan yok. Çin halılarım, ahşap, ayaklı abajurlarım, berjerlerim, şöminenin önündeki sallanan koltuğum, goblen işlemeli örtülerim, gümüşlerim, hatta kedim bile bana yetmiyor. Mutlu olmalıyım ama değilim. Pencere pervazlarında menekşe ve begonya bile var, etajerin üstünde de kızkalbim. Kesinlikle ıssızdım. Her şeye rağmen. Kıvır zıvır işlerle vakit öldürürken asıl istediğimin bu olmadığını, bütün dileklerimi gerçekleştirebilmek için esasen en çok zamana ihtiyacım olduğunu biliyorum, biliyorum, ama umutlarımın azalması yalnızlık saatleriyle eş zamanlı. Fırtına kuşları, martılar, yağmur kuşları, baykuşlar, ötücü kuşlar,hepsine ama hepsine soruyorum sevgilimden haber var mı diye, ” Biz böyle birini görmedik!” diye alaycı cevaplıyorlar ümitlerimi. Ne yani ben uyduruyor muyum? Çok değil, belki üç sene önce bu evde, üst katta seviştik. “Cinsel fetih mi?” , ilgisi yok, tutkulu uzun bir aşk hikayesinin bedene dönüşmesiydi. Bu kuşlar da çok kalpsiz hatta yalancı! Tabii ki beni sevdi, şimdi biraz uzakta, hepsi bu. Ay yüzünün zayıf ışığından bana sevgilerini gönderiyor, sadık ve dost gece kuşum bildirdi: Hala beni düşünüyor. Bu semtte dağılmış birçok evde, üzgün gönüllü insanlar olduğunu hissediyorum. Konuşmadık ama paylaşıyoruz.Bazen pencerelerde, perde arkalarından kafalarını temkinli çıkarmış insanlar görüyorum, bir çırpıda bahçe sulayan komşular, gece yarısı köpeğini gezdiren hayvan severler. Hepsi tedirgin, tavşan yürekli,içe dönük. Onlarla insansız kenti paylaşıyoruz. Kuşatma hezeyanı içindeymiş gibi yarı ölü dolaşan adamlarla hayat adamlarının karıştığı son yılları. Ben; hayale tutuldum, başka türlü olmazdı, içim bu. Farklı yaşamların içinde küçük evrenlerin dağıldığı zaman nedenli savrulmalar…Elimde olan yap boz bir oyuncaktı ve parçaların çoğu yitikti. Artık, eski günlerdeki gibi bütün olması gerçek dışıydı. Şimdi, kıyıda köşede yaşayan insanlardanım; kuş ve kedi dostlarıyla. Savurgan çocukluk ve gençlik yıllarından sonra kalp ağrıları içinde heyamola ile tüketilen orta yaş dönemi. Geceleri hayatın iyice yok olduğu, şömine başında bir kedi ve bir kadının eskileri dinleyerek geçirdiği zaman. Mart kedilerinden başka ses yok, bir de ikimiz konuşuyoruz… İp cambazları, akrobatlar, ateş yiyen adam , tahta bacak, palyaçolar, hepsi tarihe karıştı. Aklıma geliveren yalnızca karakoncolos, o da aslında zamanın kendisiymiş. Gece kuşum, bana kaleydoskoplarımı fısıldıyor, yerimden kalkıyorum, büyük şapka kutusunun içine yerleştirdiğim kaleydoskopları çıkarıp, birer birer abajurun ışığına tutuyorum, düşlerimi binbir çiçek ve parıltı demetinden kendime çekiyorum: Ayak uçlarında zıplayıp koşan, şarkılar mırıldanan, hatta beyaz papatyalardan taç yapan bir çocuğum, ağaçlıklı bir yoldan tepedeki beyaz şatoya gidiyorum, Pamuk Prensesim ve Prensim beni öperek uyandırıyor, kedim beni yalıyor ve düş sona eriyor. Yine yalnızız; ben, kedim ve izafi gece kuşum. İhtiyacım olan düşsel bir sıvıyı içmek ve böylelikle yeni hayata kavuşmaktı. Bildiğim; tüm çocukların içinde kalan da vardı, geçenler gibi. Benim içimde kalan, hatta sıkı sıkıya içime yapışan hayallerimdi. Gerçeğe tutunamayanlardandım. Kendimi olduğum gibi kabullenmek de beni düş bir boşluğa itti. Görünür olmaktan çıkmıştım. Aynadaki aksim bile hayali, tuhaf bir yüzdü: Japon çizgi filmlerindeki gibi kocaman gözlerim, altın sarısı saçlarım ve yerleşmiş sırıtkan bir ifade. Bu yüzün altında onunla hiç uyuşmayan bej poplin gömlekli, siyah jorjet etekli bir kadın bedeni yatıyordu. Bir de ten rengi naylon çoraplar ve ev terliklerim. Zaman düşlerimle örtüşmemişti. Sıfırı tüketmeye yakın yaşama gücüm, uzaklarda esen düş rüzgarların ölü dalgalarıydı. En uzak dedeme kadar atalarımı düşündüm, onların arasından da tıpkı benim gibi havada asılı yaşayanlar olmuş muydu; düş tutkunu olmak irsi olabilir miydi? Ya da hiç nedensiz? Düşe tutunmuş havai mavi denizin içinde, özel bir gezinti gemisi mesela Hayal Gemi, bu semtten ve kent merkezinden bütün adsız yalnızları tek kişilik hanelerinden çıkararak çok ama çok uzun sürecek , yalnız hayal şehirlerde demir atacak bir yolculuğa çıkarır. Ki bu hayal şehirler, madenleri altına, yaşamı ölümsüzlüğe, zamanı gençliğe dönüştürecek iksirlerle doludur. Herkes hayal ettiği gibi yaşar ve mutlu olur… İspanyolete sıkışan gece kuşumun acı çığlığıyla kendime geliyorum, yaralanmış, canı yanıyor, kediler gitmiş, tıs yok, kararan bahçede yalnızca kuru ağaçlar kalmış. Seni hemen şimdi iyileştireceğim, gece kuşum ölmemelisin, zamanı değil, sıcaklar gelince kameriyenin altında yaz gecelerinin sefasını çıkaracağız, yine başka evleri düşüneceğim, içinde yaşayan benzerlerimi ve hayallerimi, ölü düşleri ve sen eski sevgilimi anlatacaksın bana. Ölmemelisin, şimdi vakti değil. Kuş köşklerini çoğaltmalıyım. SON